13 Mayıs 2010

Yalnız Ağacın Dansı


Yazar: Mesut Balık

“Biliyor musun Sakız Hanım, kendimi ne zamandır böyle mutlu hissetmemiştim”.

Oturduğu yerden, kendisini rahatça görebileceği yükseklikte asılı duran, duvardaki aynaya yaklaştı yavaşça. Aylardır süren uzun ve derin bir uykudan uyanmıştı sanki. Yaşlı gözleriyle, yüzündeki cizgilerde dolaştı bir süre. Geçen seneden bu zamana kadar, cansız beyaz saçları iyice azalmış, her geçen gün yüzüne yeni ve derin çizgiler eklemişti. Aynanın her zamanki açık sözlülüğü ona acımasızca gelmeye başlamıştı çoktandır. Gerçekleri çekinmeden söyleyen bu açık sözlü dost, kendi eskimişliğinden habersizdi oysa. Mahur Bey, ona karşı bu kadar dürüst olamıyordu bir türlü.

Yillarca makinelerle arkadaşlık etmiş olan sürekli titreyen emekli elleriyle, zorlu ve yorucu bir mücadeleden sonra krıvatını bağlayabildi.

“Nasıl Sakız Hanım, yakışıklı mıyım?”, diye sordu.

Sakız Hanım, cevap vermedi, her zamanki gibi sadece tebessüm etti.

Hareketsiz bacakları üşümesin diye üzerine örtmüş olduğu, kahverengi kare motifli, koyu yeşil battaniyesine bir çeki düzen verdi. Battaniyeyle olan akrabalığını inkar etmeyen, ismini, renginden dolayi almış olan tekerlekli sandalyesinin kolluklarını okşayarak:

“Haydi Yeşim kızım, mutfağa gidip kendimize bir çay yapalım”, dedi.

Mutfaktan tekrar oturma odasına döndüğünde, sevinçle:

“Sakız Hanımcığım, çay öyle nefis olmuş ki. Ellerime sağlık. Aman şimdi kendime nazar değdireceğim”, diyerek, hayat arkadaşının karşısına yerleşti.

Sakız Hanım, çayı sevmezdi pek. Ihlamur içmeyi tercih ederdi.

Mahur Bey istekli bir şekilde sohbetini sürdürmeye devam etti.

“Ah Güneş’im, yıllar nasıl da gelip geçiyor. Seninle buralara gelişimiz daha dün gibi sanki.”.

Bu yel değirmenleri ülkesinde savaşmaktan yorulmuştu. Sakız Hanım’a üzüntusünü, hayal kırıklıklarını belli etmek istemiyordu. Dertlerini sevdiği kadından başka kimle paylaşabilirdi ki? İçinde yükselen kırgınlıların da etkisiyle iyice titremeye başlayan yaşlı ellerinde can çekişen çay bardağından bir yudum aldı.

“Seni üzmemek için bugüne kadar bu konuyu açmadım. Ama sana da anlatmazsam …

Sakız Hanım’ın şefkat dolu bakışlarından cesaret aldı ve de içini dökmeye devam etti:

“Bizim büyük haylaz geçenlerde çok üzdü beni. Ne derse beğenirsin? Onca tarlayı boşuna almışız yıllarca. Keşke şöyle güzel, deniz manzaralı bir yazlık alsaymışız. Sonra da tarlaları satalım diye teklifde bulunmaz mı?. Söyle Güneş’im kızmakta haksız mıyım? Benden sonra ne yaparsanız yapın dedim. Ama şimdi olmaz. O topraklarda annenizin hatırasi var diyerek karşılık verdim. Kırıldı bana haylaz. O günden beridir torunlarımı da getirmiyor bana. Bir görsen, ikisi de birbirinden tatlı. Hele küçük sana çok benziyor. Sap sarı saçları. Güneşin torunu diye seviyorum onu. Büyükse çok sessiz, ve alıngan. Tıpkı amcası gibi. Neyse, kararımı verdim, onlara bugün surpriz yapacağım. Kendilerine yazlık almaları için tarlaları satabileceklerini söyleyeceğim. En azından torunlarımız için güzel bir hediye olur”. Bu yaştan sonra artık ne işimiz var tarlayla, bahçeyle?

Boşalmış olan çay bardağını yakınındaki sehpaya koydu. Konuştukça içinin boşaldığını, iyice rahatladığını hissediyordu.

“Bizim ufak oğlana da, tarlaların satışından elimize geçecek olan paranın bir kısmını vereceğim, Türkiye’de kurmayı planladığı iş için. Ama alacağını sanmıyorum pek. O da, beni niye Türkiye’ye bırakıp geldiniz, abimle ablam gibi niye yanınızda büyümedim diye hatır koyuyor. Gercekleri o kadar anlattım ona, sanırım ikna edemedim. Nereden bilebilirdim buralarda kalıp gideceğimizi. Sakız Hanımcığım, sen benim şahidimsin. Hep memlekete dönme hayalleri kurmadık mi seninle?”

Sakız Hanım bir şey söylemediyse de, bakışlarından onu anladığına dair bir anlam çıkardı Mahur Bey. ‘Sen de olmasan, kim dinlerdi ki beni?”, diyerek sevgiye tebessüm etti biricik güneşine.

“Gecenlerde kızımızdan mektup aldım. Saat farkından dolayi telefon açamıyormuş. Neyse sana asıl meseleyi anlatayım. İletişim kurmakta zorluk çekiyorlarmış. Gittikçe farklı dünyaların insanları olmaya başlamışlar. Ne demekse şimdi bu. Senin anlayacağın boşanıyorlarmış. O kadar dil dökmüştüm, buradaki delikanlılarin suyu mu çıktı diye. Bir türlü Kanada’ya gelin gitmekten vazgeçirememiştik hatırlarsan. Burnunun dikine gitmeye oldum olası bayılır. Kizma ama, tam teyzesine çekmiş.

Sakız Hanım kızmadı.

Tüm aile bireylerinin bir arada olduğu fotoğrafa takıldı kaldı yaşlı gözleri. Çok uzun yıllar önce dondurulmuş bu tabloya büyük bir hasretle baktı. Derince bir nefes aldı, içine sessizce dolan acıyı söküp atar umuduyla. Ama fayda etmedi.

Birden kapının zili çaldı. Mahur Bey’in içini tuhaf ve tatlı bir telaş kapladı. Geldiler, diyebildi, heyecandan titreyen sesiyle. Sabahleyin uğramış olan bakıcı, sessizliğin ve de hareketsizliğin iyice bulaşmış olduğu eşyaların birazcık da olsa rahatını kaçırmışsa da, bu özel günde, fedakarlıkta bulunabilecek güçleri vardı hala. Mahur Bey, ziyaretçilerin biraz beklemelerini rica ettiği, kapıdakı notu hatırlayınca, son bir kez daha baktı aynaya. Önce kravatını, sonra da saçlarını düzeltti.

Haydi Yeşimciğim , gidip kapıyı açalım. Misafirlerimizi daha fazla bekletmeyelim”, dedi.

Kapiyı açar açmaz, yaşadığı hayal kırıklığının yüzündeki yansımasını saklayıp saklayamadığından emin olamayan Mahur Bey, sadece gülümseyebildi. Bir yandan elindeki yağlı boya resimlerini gösterirken bir yandan da öğrenimi için bir miktar paraya ihtiyacı olduğunu analatan, kirli sakallı, uzun saçlı genç, Mahur Bey’in içine bir şüphe düşürdü birden. Gazetelerden okuduğuna göre, satıcı kılığındaki bazı kişiler, kapı kapi dolaşıp, yaşlılarin evine bir bahaneyle girip, kiymetli eşyalarinı çalıyorlarmış. Telaşını belli etmemek için elinden geleni yaptı. Yarım Hollandacasıyla resimlerle ilgilenmediğini söyledi. Genç de fazla ısrar etmedi, sadece yüzünde hayal kırıklığının bir parçası belirdi. Kapıyı hızlıca kapatmış olan Mahur Bey’in içini, birden kemirmeye başlayan bir pişmanlık duygusu kapladı. Belki de gerçekten paraya ihtiyacı vardı bu genç delikanlının. Bir resim alsa mıydı? Paranin cazibesini iyice kaybettiği hayatının bu zamanlarında, sadece konuşmaya ihtiyacı vardı. Kimbilir içeriye davet edip, biraz sohbet edebilirlerdi. Böylece zaman da geçmiş olurdu. Pişmanlığıni kapının arkasında bırakarak tekrar oturma odasına döndü.

Sakız Hanım’ın, bulunduğu yerden rahatça görebildiği çiçekleri bugün getirmiş olan yeni bakıcısından bahsetti bir süre. Çok içten ve de kibar olan bakıcısı dul bir kadındı, ve de küçük oğluyla birlikte küçük bir evde yaşıyordu. Geçenlerde yakışıklı bir avukatla tanışmış. İlk görüşte aşka inanıp inanmadığını sormuştu Mahur Bey’e bakıcısı. Bu yakışıklı avukat ile oğlu arasında samimi bir hava oluşmuş. Ona baba olmak cok yakışıyormuş. Hep birlikte tatile gitmeyi teklif etmiş bu kibar adam. Buna çok sevinen bakıcısı, geçmişindeki tum olumsuzluklara rağmen, bir gün tekrar evlenebileceğini ima emtiş. Masalları da çok seven bu duygusal adam, her yeni bir güne şiir okuyarak basladığını, bir gün hayatını birisiyle birleştirirse, bu alışkanlığını devam ettirmek istediğini söylemişti. Bu hayalleri her gün dinleyen Mahur Bey için yaşamanın daha cok, hatırlamak gibi bir anlamı vardı.

Hızla değişen yaşamın yabancılaşmış yüzüyle karşılaşmak istemeyen Mahur Bey, son anda televizyonu açmaktan vazgeçti. Dışarıdan gelen şehrin gürültülerine inat, kendi geçmişinde dolaşmak daha cazip geliyordu ona. Sürekli geçmişe gömülen şimdiki zaman… Bu gerçeği hatırlatmakla görevli saatin sesi rahatsızlık vermeye başlamıştı. Günün sona ermekte olduğunu farkettikçe huzursuz oluyordu. Önce elleriyle kulaklarını kapattı. Kapının zilini duyamamak endişesiyle ellerini tekrar dizlerinin üzerine koydu. Sonra bir çözüm geldi aklına. Saati bulunduğu masadan adeta koparıp yatak odasına götürdü. Yatağındaki yastığının altına yerleştirdi. Çıkarken de kapıyı kapatmayı ihmal etmedi. Oturma odasının kapısıni sonuna kadar acmanın zekice olduğuna karar verdi. Çünkü kapının zilini duyamamak korkusu sarmıştı içini birden. Sırf bu kaygıdan dolayı da ilaçlarinı almamıştı bugün. Çünkü kullanmakta olduğu ilaçlar onda, karşı konulması güç bir uyku hali oluşturuyordu.

Butün gün süren bu bekleyişten yorgun düşmüstü Mahur Bey. Sonunda itiraf etti Sakız Hanıma. Oldukça sıkılmıştı.

Pencereye doğru yaklaşti. Bahcedeki yalniz ağaca takıldı gözleri. Yükeseklere uzanan dallara baktı bir süre. İçinden, birden koşup ağaca tırmanmak geldi. Tırmanmak, en yüksek dallarına. Bütün bir şehri görmek, içindeki hayatları. Çaresizce Yeşim’e baktı sonra. Rica etse bu yalnız ağaç ona, gördüklerini anlatır mıydi acaba? Kaderlerine direnmekten yorgun düşmüş olan yapraklar, çaresizce, kendilerini boşluğa bırakıp, yerde, git gide genişleyen ve de derinleşen sarı bir nehire dönüşüyorlardı. Rüzgarın önderliğinde akıp gidiyorlardi başka diyarlara. Hayaller dünyasına, ya da hatıralar dünyasına. Mahur Bey hayretler içinde kaldı. Birden dans etmeye başlamıştı bu yalnız ağaç, hiç bir şeyi umursamadan. Öyle güzel dans ediyordu ki. O sallandıkça sarı nehir coşuyor, tüm bu olup bitenleri hayretle izleyen Mahur Bey’in heyecanı ve de şaşkınlığı gittikçe artıyordu. Bahçeye açılan kapıyı sonuna kadar açtı. Ağacın kendisine uzattığı dallardan kulaklarına ulaşan sese dikkat kesildi. ‘Haydi Mahur Bey, gel beraber dans edelim. Bugün senin doğum günün.” Ayaklarına ulaşan sarı nehire bırakmak istedi kendini önce. Yüzerek ağacın gövdesine ulaşmak, ve de doyasıya sarılmak. Kuvvetlice esen rüzgar, yönünü değiştirdi, Mahur Bey’in saçlarının arasından geçip, içeride bir gürültüye dönüşüp kayboldu aniden. Korkuya kapılan Mahur Bey, Yeşim’le birlikte oturma odasına döndü, olup bitenleri anlayabilmek için. Dolabın üzerinden, biraz önceki sahneye şahit olan fotoğraflar devrilmişti. Yere düşmüş olan Sakız Hanım, parça parça olmuş camın gerisinden hala tebessümle bakıyordu Mahur Bey’e.

6 yorum:

  1. Hayat mi çok zor, yoksa onu biz mi zorlastiriyoruz?

    ----------------

    Mesut Bey basarili genç yazarlarimizdan, yanliz kendileri daha çok yazmali. Gurbette yasananlari yeniden kaleme dökmeli, bizlere gramafon tadinda yeni hikayler tattirmali!

    Hikayenin ritmi melankolik ve düsündürücü!

    YanıtlaSil
  2. Ben varım.
    Önümde uzanan bir ova,
    Ucu bucağı benden gizli.
    Oradayım.
    Arkamda şu ağaç,
    Ağacın arkasında güneş,
    Alçalmış.
    Gidiyor güneş,
    Alelacele topluyor ışığını.
    Neden bu kıskançlık,
    Bu acele neden, bilmem.
    Her şey gri, renkler soluk.
    Hava ne sıcak ne de soğuk.
    Söyleyebilir miyim şu an
    Mevsimlerden bahar mı güz mü?
    Görmüş olmasam sabah,
    Yükseldiğini güneşin,
    Bilir miydim şimdi
    Gece mi oluyor gündüz mü?
    Neredeyim?
    Ben varım.
    Her zaman ve her yerde.
    Önümde uzanan bir ova,
    Ucu bucağı benden gizli.
    Arkamda şu ağaç,
    Ağacın arkasında güneş,
    Alçalmış.
    Gidiyor güneş,
    Yanına yeri ve zamanı da almış.
    Oradayım.
    Arkamda şu ağaç,
    Gölgesi üzerime abanmış.
    Ağaç sanki yolcu ediyor beni,
    Dalları havada
    Sallanıyor sola ve sağa,
    Durma! diyor, Haydi, ileri! İleri!
    Gölgeyse bana sarılıyor,
    Sanki kıskanç bir sevgili.
    Ayağımı elimi bağlıyor.
    Soğuk dokunuşu ürpertiyor içimi,
    Cesaretimi kırıyor,
    Ağacın sıcaklığına çekiyor beni.
    Ayaklarım geri gidiyor,
    Kendimi ağaca sarılır buluyorum,
    Suçlu gibi ağlıyorum.
    Önce öfkeyle titriyor ağaç,
    Sonra bağrına basıyor beni çaresiz.
    Güneşin henüz toplamadığı son ışıklarda
    Dalları görüyorum buğulu,
    Yaprakları görüyorum ıslak.
    Ağaç iç çekiyor benim için,
    Ağaç ağlıyor.

    YanıtlaSil
  3. heamoglobin said:

    öyküyle ilgili fikrimi yani?
    kendim de birkaç tane yazdım bir zamanlar ama aslında çok da anlamam iyi bir kısa öyküde olması gerekenler nelerdir teknik olarak. o yüzden yaklaşımımın çok da objektif olması mümkün değil. ben hikayeyle ilgili hissettiklerimi söylemeye çalışabilirim ancak.

    kısa öyküler genelde "son"larına güvenirler. şok eden, merakta bırakan, ağlatan, gülümseten sonlarına. ve bu sona doğru bizi sürekli meraklandırarak taşıması gerekir. bir paragraf bitmeden gözümüz meraktan hemen sonraki paragrafa kaymalıdır bana göre. kısa öykülerde (ben öyle beklemesem bile) genelde her nesnenin, kişinin bir fonksiyonu/orada olma amacı olması beklenir. satıcı çocuk bakıcı kadın sadece gurbetçi insan manzaraları olarak kalmış ana konuya katkıları yok gibi geldi bana.
    ne biliyim işte. yazarın daha çalışması gerek bence. değişik yazarların öykülerini incelemesi gerek. gerekirse onları taklit etmeye çalışması gerek bir süre. zira özgünlüğe giden yol taklitten geçer. insan dil de dahil her şeyi taklit ederek öğrenmiyor mu, taklit konusunda en yetenekli canlı değil mi..

    YanıtlaSil
  4. Yanilmiyor isem eger bu öykü yaklasik 6 - 7 yil önce yazildi. Ilk öykülerinden biri olmasi lazim. tabi Yurtdisinda yasayanlar hikayeyi daha farkli pencereden bakiyor, daha yakin buluyor zannimca. Kopya dan ziyade kendi ritmini kesf etmesi daha bir güzel olur. Bu aralar firinda pisen ilk romanini bir bölümünü okuyorum; 'usta' lik gereken bir meziyet - keske melekler benimde kalemime dokunsaydi demekle yetiniyorum :)

    YanıtlaSil
  5. oww, tuzak soru ha? :P
    ayrıca "kopya" demedim, taklit dedim.
    sen kalemine ne kadar çok dokunursan meleklerin kalemine dokunmasına olan ihtiyacın o derece azalır..

    YanıtlaSil
  6. My bad; ancak yazarlar ne 'kopya' ceksin ne de 'taklit' etsin(ler). Kendi hymm lerini kesf etsinleri ki o magnus opumlara ulasa bilsinler. Zaten kendileri o meziyete sahip olmasalar; beyin gözü ile görmeseler; olaylari ince detaylarina kadar iliklerinde hissetmeden yazsalar hic bir zaman ne bir hikaye ne de bir roman cikar ortaya. One genuinely must be touched by an angel! Writing is not my cup of tea, even the angels know that, for they've abandoned me years ago.

    Nay, not my cup of tea!

    YanıtlaSil